Tükendi
Gelince Haber VerBu kitap, kelime-i tevhidin harflerinin ve bir günün (gündüz ve gece) saatlerinin sayısına uygun olarak, yirmi dört fasıl olarak hazırlanmıştır.
Sırların Sırrı
Meşhur mutasavvıf Abdulkâdir Geylânî’ye (471-561/1079-1166) nispet edilen ve Sırru'l esrâradıyla meşhur olan bu kitap, Hâlid Muhammed ile Muhammed Ğassân tarafından birlikte tahkik edilerek neşredilmiştir(Dâru’s-Senâbil, Dımaşk 1415/1994, 3. bs.). İki muhakkik, "Geylânî Kitaplığı" serisi için-de, müellifin bütün eserlerini tahkikli olarak neşredeceklerini ifade etmişlerdir, (s. 23, dn. 2). Bu serinin ilk kitabı, tercümesini sunduğumuz Sırru’l-esrâr'dır.
Sırru'l-esrâr, daha önce Ötelerden Haber altbaşlığı ile Abdulkâdir Akçiçek ta-rafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir.Akçiçek tarafından, bu tercümede esas alınan yazma veya matbu nüsha hakkında bilgi verilmemiştir. Onun, bizim tercüme ettiğimiz tahkikli nüshadan farklı olduğu an-laşılıyor. Zira bazı yerlerde, ilave yahut eksiklerin bulunduğu görülmektedir. Biz çeviride yukarıda zikrettiğimiz tahkikli neşri esas aldık. Bu yüzden, metnin, Akçiçek'in tercüme ettiği metinle mukayesesini yapmadık.
Sırru’l-Esrâr'ın Geylâniye nispetinin tartışmalı olduğu anlaşılmaktadır. Zira Beyânü Esrâri't-Tâlibîn fı't-Tasavvuf adlı nüshası, Muhammed b. Yûsuf el-Gûrânîye nispet edilmiştir.(Keşfüz-Zünûn I, 260, 940). Ancak, kitabın değişik yazma inceleyen muhakkikler, bu ismi taşıyan nüshanın müellifinin Guraru değil, Geylânî olduğu sonucuna varmışlardır. Ayrıca onlar, Geylânî’nin oğullarının-torunlarının kurduğu ve onun kitaplarının yer aldığı Kâdiriyye Kütüpha-nesi’ndeki yazmalar için hazırlanan Fihrist teki bilgilerden hareketle, Sirru'l-Es-râr'ın Geylânî'ye âit olduğu kanaatini benimsemişlerdir. Hatta bu kütüphanede, Geylânî’nin kendi hattıyla bir yazma nüshanın bulunduğunu, fakat ona ifade etmektedirler. Nihayet, bu eserin başka bir müellife âidiyetinin kesin olarak ortaya konmamış olması da, onlara göre bunun Geylânî'ye nispetini güçlendirmektedir.
Muhakkiklerin, kitabın Geylânî’ye nispetini, yazma nüshalar ve kütüphane kataloglanndaki bilgilere dayanarak savunduklan görülmektedir. Onun başkasına âidiyetinin ortaya konmamış olmasının da, kendi görüşlerini desteklediğini düşünmektedirler.bu gerekçeler, eserin kesin olarak Geylânî’ye âit olduğunu ispata kâfi değildir. Çünkü içindeki bazı yerlerde, Geylânî’den sonra yaşamış âlimlerin eserlerinden alıntılar yapıldığı görülmektedir.
Kitapta sekiz kaynaktan alıntı yapılmıştır. Üç yerde Tefsîru'l-Mecma' (s. 62, 76, 99), iki yerde Mirsâd (s. 54, 60), birer yerde de et-Tefsîru'l-kebfr (s. 63), Büstanü'ş-şerî'a (s. 68), Tefsîm’l-Buhân{s. 93), Tefsîru’l-Kâdî(s. 107), Mazhâr (s. 133) ve Gazâlî’den (s. 135). Bunlardan, et-Tefsîru '1-kebîr Fahreddîn er-Râzî (ö. 606/1209) ile Kâdî Beyzâvî (ö. 685/1286), vefat tarihlerinden anlaşılacağı üzere, Geylânî’den sonra yaşamışlardır.
Araştırabildiğimiz kadanyla; Mirsâd ismiyle anılan kitap, muhtemelen Necmüddîn-i Dâye’nin (ö. 654/1256) sülük konusundaki Mirsâdu'I-'ıbâd mine'l-mebde’ ile'I-me'âd adlı Farsça eseridir. O, bu kitabını, h. 620 yılının Receb ayı başında Sivas'ta tamamlamıştır. {Keşfü'z-zunûn II, 1655; Hediyyetü’l-ânfîn I, 461) Şayet bahsedilen Mirsâd bu ise, Geylânî’nin onu görmesi imkânsızdır. Zira yazılmasından tam 59 yıl önce vefat etmiştir.
Mazhar adıyla bahsedilen kitabın müellifi hakkında iki ihtimal görünüyor. O, ya Ahmed b. lshâk el-Kaysarî’nin Mazharu’l-âsâr fî ’ılmi’l-esrâr adlı muhtasar bir kitabıdır. Yahut Feridüddîn-i Attâr’a (ö. 618/1221) nispet edilen ama aslında ona âit olmayan yine Farsça Mazharu’l-acâib adlı manzum bir eserdir. (Keşfü’z-zunûn II, 1722; M. Nazif Şahinoğlu, "Attâr, Ferîdüddîn", DİA IV, 98)
Tefsîru’l-Mecma'm, ilk anda şiî âlimlerden Tabersî’nin (ö. 548/1153) Mecma’u’l-beyân adlı tefsiri olduğu akla geliyorsa da, alıntılann bu kitaptan olmadığı görülmektedir. Muhammed b. Haşan el-Hüseynî’nin (ö. 776/1374) Mecma'u'l-ahbâb (ahbâr) adlı bir eseri vardır. (Keşfü’z-zunûn II, 1596, 1836) Sa’düddîn el-Haydarâbâdînin (882/1477) de Mecma’u's-sülûk adlı kitabı vardır. (îzâhu’l-meknûn II, 434) Ancak, Tefsîru'l-mecma’ adıyla bahsedilen kitabın, bunlardan birisi olması hakkında bir fikrimiz yoktur.
Büstânü'ş-şen'a adıyla anılan kitap, İbrahim b. Ebû Ali el-Fârisî’nin Büstâ- nü’l-ma 'rife ve minhâcü’l-hakîka ve’ş-şen'a isimli Farsça kitabı olabilir. (Keştîi’z- zunûn I, 244) Aynca Muhammed b. Abdülazîz’in (757/1356) de Büstânü'l-ârifinadında bir kitabı vardır. (îzâhu'l-meknûn I, 181)
Tefsîru’l-Buhâri adlı eser hakkında hiçbir ipucuna ulaşamadık. Gazâlî'den yapılan nakil ise, muhtemelen ilgili konunun, onun el-Madnûn bin adlı kitabın-dan okunarak, hatırda kalan kadarı ve şekliyle aktarımıdır.
Kitabın kaynaklan üzerine yaptığımız bu küçük araştırma bizi şu sonuca gö-türmüştür: Elimizdeki Sımı ’l-Esrâr büyük ihtimalle hicrî yedinci asırdan sonraki döneme âit derleme bir çalışmadır. Bu kitabı derleyen, önemli ölçüde, bazı Fars-ça kaynaklann ya aslından veya Arapça tercümelerinden yararlanmıştır.
Kitaptaki alıntıların, ona sonradan dâhil edilmiş olma ihtimali de söz konusu edilebilir. Ancak, tercümeyi bitirdikten sonra bizde oluşan kanaat, bu kitabın der-leme bir eser olduğu yönündedir. Derleyenin yahut müellifinin kim olduğunu araştırma, Geylânî’ nin eserlerini ve üslûbunu iyi bilen Tasavvuf uzmanlannın işi-dir. Bahsedilen müellif hattı nüshanın elde edilmesinin, bu konuda araştırmacıla- nn işini kolaylaştıracağını düşünüyoruz.
Mutasavvıflar, telif ettikleri eserlerde, düşünce ve öğretilerine delil teşkil ede-cek Kur'ân âyetlerini ve hadisleri zikretmeye önem verirler. Tasavvufla ilgili muhtelif bahislerin, yirmi dört fasıl içinde -6. ve 23. fasıllann başlığı aynıdır- ele alınıp işlendiği bu eserde de, çok sayıda âyet ve hadisin kullanılmış olması dik-katimizi çekmektedir. Ancak, tasavvuf kitaplannın bir kısmında, âyet ve hadis metinlerinin tamamını alma yerine, daha çok "ilgili kısımlarına temas ve işaret et-me" metoduna başvurulduğu görülür. Özellikle âyetler konusunda, bu eserde de aynı yöntemin uygulandığına şahit olmaktayız. Bu durum, maalesef bazen, siyak-sibak bağlantısının ve konu bütünlüğünün gözden kaçınlmasına sebep ol-maktadır. Bundan dolayı biz, âyet meâllerini, mümkün olduğu kadar, konu bütünlüğünü gösterecek kısımlarıyla birlikte vermeye çalıştık.
Mutasavvıfların delil olarak kullandıkları hadisler arasında, hadis ilminin kri-terlerine göre zayıf, hatta mevzu olan birçok rivayetin bulunduğu bilinen bir hu-sustur. Bu kitap için de, aynı durum geçerlidir. Hadis olarak zikredilen metinlerin bir kısmı, kaynaklarda sahâbe, tâbifn veya daha sonraki nesillerden bir âlimin sö-zü olarak geçmektedir. Rivayetlerin bir bölümünün Kütüb-i Sitte’de yer aldığı, önemli bir kısmının ise "halk dilinde meşhur ve mevzu hadisler" için yazılan eser-lerde bulunduğu görülmektedir. Bu yüzden, hadis metni olarak verilen yerlerde, dipnotta gösterilen kaynaklann niteliği göz önündebulundurulmalıdır.
Muhakkiklerin dipnotlarda gösterdikleri kaynaklar, tercümede tamamen korunmuş; bu kaynaklardan yapılan alıntılara ise, ancak gerekli görüldüğü zaman yer verilmiştir. Meselâ, tahkikte asıl nüsha kabul edilen yazma nüshanın (tanıtılan ilk nüsha) kenarındaki Şeyh Mahmud Efendi el-Üsküdârî’ye âit notların önemli bir kısmı dipnotlara alınmış ve birçok yerde Kuşeyrî’nin Risalesi'nden nakilde bulunulmuştur. Biz, gerekli görmedikçe bu alıntılara yer vermemeye çalıştık. Sadece Risâle’ nin sayfa numaralarına atıf yapmayı yeterli gördük. Bunun yerine, hadis olarak geçen rivayetlerin tahrici konusuna önem vererek, araştırmamız sonucunda ulaştığımız yeni kaynakları dipnotlara ilâve ettik. İyice araştırmaya çalıştığımız halde, yine de, kitapta herhangi bir kaynağı tespit edilemeyen bazı rivayetler kalmıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, dipnotta kaynağı gösterilen her rivayetin, sahih bir hadis olduğu düşünülmemelidir. Rivayetler hakkında, her ne kadar, bazı kısa değerlendirmeler yapmışsak da, aslında her bir rivayetin isnat ve metin tenkidi yönünden iyice incelenip araştırılması gerektiği unutulmamalıdır.
Muhakkikler, kitabın baş tarafına, Abdulkâdir Geylânî’nin biyografisi ile kitapta geçen terimler için bir sözlük koymuşlardır. Geylâninin biyografisinin işlendiği bölüm tercüme edilmemiştir. Sözlük kısmı ise, tercüme edilerek -Türkçe kitaplardaki usûle uygun olması için- eserin son tarafına konmuştur.
Son söz olarak; anlaşılması zor bazı ifadelerin, farklı yorum ve bilgilerin, yanlış anlama ve açıklamaların, hadis olarak nakledilen asılsız bazı rivayetlerin yer aldığı bu kitabın çevirisinin, özellikle Tasavvuf ilim dalının uzmanlarınca değerlendirileceğine, eserin üslûp ve muhteva yönünden tenkide tâbi tutularak, faydalı sonuçlara ulaşılacağına dair ümidimizi ifade etmek isteriz.
Gayret, bizden; muvaffakiyet ise, ancak yüce Allah’tandır.
Hamd; kâdir-alîm, nâzır-halîm, cevâd-kerîm, rab-rahîm olan; zikr-i hakîm ve Kur’ân-ı azîmi, dîn-i kavım ve sırât-ı müstakim ile gönderilen Muhammed’e (a.s.m.) indiren Allah'a mahsustur. Salât ve selâm, kendisiyle risaletin son bulduğu, insanları dalâletten hidayete yöneltici, kitapların en şereflisiyle Acem ve Arab’a gönderilmiş, ümmi, Arab, emîn peygamber şerefli Muhammed’e (a.s.m.), hidayeti arayanları hidayete ulaştıran âline ve seçilmiş hayırlı kişiler olan ashabına olsun. Sonsuz hamd ve selam!
Bu hamd ve salât-ü selâmdan sonra deriz ki: İlim, en şerefli pâye, en yüce mertebe, en değerli övünç sebebi ve en kazançlı ticaret yoludur. Çünkü âlemlerin Rabbi’nin tevhidine ve gönderdiği peygamberlerinin tasdikine ancak ilimle ulaşılabilir. ve Acirc;limler, Allah’ın kendilerini dininin köşe taşları olarak seçtiği ve fazilet meziyeti ile kendisine yönelttiği kullarının seçilmişleri olmuştur. İşte Allah, onla-n seçip tercih etmiştir. Onlar, peygamberlerin ve halifelerinin varisleri, Müslümanların dayanağı ve onların problemlerini çözen uzman kişilerdir.
Allah teâlâ: "Biz, bu ilâhı vahyi, kullanmızdan seçtiklerimize miras olarak bahşettik. Onlardan bazısı kendilerine zulmeder, bazısı (doğru ile eğri arasında) ara yolu tercih eder, bir kısmı da Allah'ın izniyle iyilikte başı çekenlerden olur. İşte asıl büyük fazilet budur" buyurur (Fâtır, 35/32). Peygamber (a.s.m.) de şöyle buyurmuştur: " ve Acirc;limler, ilim yönünden peygamberlerin vârisleridir. Semâ ehli onlan sever. Denizdeki balıklar, kıyâmet gününe kadar onlar için istiğfareder." Diğer bir hadisinde de şöyle buyurdu: "Allah, kıyâmet gününde kullan diriltir. Sonra âlimleri ayınp şöyle hitap eder: Ey âlimler topluluğu! İlmimden size vermemin sebebi, sizi bilmemden başka bir şey değildir. Onu size azap etmek için vermedim. Haydi, cennete gidin. Sizi bağışladım." Her hâl-ü kârda, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. O Allah ki, cenneti, âbidler için bir haz makamı, ârifler içinse (kendisine) yakınlık vasıtası kılmıştır.
Şimdi konumuza girelim. Allah, cemâlinin nurundan, ilk olarak Muhammed (a.s.m..)'in ruhunu yaratmıştır. Nitekim O bir kudsi hadiste şöyle buyurmaktadır: "Vechimin nurundan ilk olarak Muhammedi yarattım." Peygamber (a.s.m..) de: "Allah’ın yarattığı ilk şey, ruhumdur. O’nun ilk yarattığı şey, nurumdur. Allah’ın ilk yarattığı şey, kalemdir. O’nun ilk yarattığı şey, akıldır" buyurmuştur.
Bunların hepsiyle kastedilen şey aslında aynıdır. O da, hakıkat-i Muhammediyye’dir. O, celâli karanlıktan annmış olması sebebiyle "nûr" olarak isimlenmiştir. "Şimdi size Allah’tan bir nur ve apaçık bir İlâhî kelâm ulaşmıştır" (Mâide, 5/15) buyruğunda olduğu gibi. Küllî hükümleri idrak etmesi sebebiyle ona "akıl" denmiştir. İlim nakli için vasıta olması sebebiyle de "kalem" ismini almıştır. Kalem, harfler âleminde ilim nakil vasıtası olduğu gibi; rûh-u Muhammedî de varlıklann özü, yaratılanların ilki ve aslıdır. Nitekim Rasûlüllah (a.s.m..) şöyle buyurmuştur: "Ben, Allah’tanım; müminler de, bendendir."
Allah, lâhût âlemindeki ruhların hepsini en güzel şekilde ondan yaratmıştır. O, bu âlemdeki haceletü'l-ünsün adıdır. O vatan-ı aslîdir. dört bin sene geçince, Allah, Muhammed (a.s.m.)'in gözünün nurundan, arşı ve diğer ana varlıklan yaratmıştır. Sonra ruhlar, varlıklann en aşağı seviyesine yani cesetlere indirilmiştir. "Sonra onu aşağıların en aşağısına indiririz" (Tîn, 95/5) buyruğunda bildirildiği gibi. Allah, onlan önce lâhût âleminden ceberût âlemine indirip, kendilerine ceberût nûruyla harameyn (lâhût ve ceberût âlemleri?) arasında bir kisve giydirmiştir (bu, rûh-u sultânıdır). Sonra onlan bu kisve ile melekût âlemine indirip, kendilerini melekût nûru ile örtmüştür (bu, rûh-u ravânidir). Sonra onlan âlemine indirip, kendilerini mülk nûru ile örtmüştür (bu, ruh-u cismânidir). Allah daha sonra da cesetleri yaratmıştır. Nitekim O, şöyle buyurur: "Sizi yerden (topraktan) yarattık, yine ona döndürecek ve sonra tekrar ondan diriltip çıkaracağız." (Tâhâ, 20/55)
Bundan sonra, Allah teâlâ, ruhlara cesetlere girmeyi emretmiş, onlar da bu emirden dolayı cesetlere girmişlerdir. "Ona belirli bir biçim verip de ruhumdan üflediğim zaman, hemen onun için secdeye kapanın" (Hicr, 15/29) buyruğunda ifade edildiği gibi. Ruhlar, cesetlere bağlanıp kalınca, elestü bi rabbiküm (A’râf, 7/172) gününde Allah'ın ahdinden aldıklan mîsâkı unuttular ve aslî vatana dönmediler. Bunun üzerine Rahmân, onlara acıyıp, kendilerine o aslî vatanı olarak semâvî bir kitap indirdi. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Onlara Allah'ın günlerini hatırlat." (lbrâhîm, 14/5) Yani, ruhlar ile geçen önceki vuslat günlerini.
Bütün peygamberler, bu uyanda bulunmak için dünyaya geldiler ve âhirete gittiler. Ancak insanlardan pek azı, aslî vatanını hatırlar, ona dönmeye âşık olur ve neticede aslî âleme ulaşır.
Tâ ki nübüvvet, peygamberlerin sonuncusu yüce rûh-u Muhammedi'ye geçene kadar. Allah, onu, şu gafil insanlara, basîret gözlerini gaflet uykusundan açması ve Allah’a, vuslatına ve cemâline kavuşmaya davet etmesi için göndermiştir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: İşte benim yolum bu! Basîret üzere (akla uygun, bilinç ve duyarlılıkla donanmış bir kavrayışa dayanarak) Allah’a çağınyorum. Ben ve bana uyanlar (aynı çağnyı yapıyoruz)." (Yûsuf, 12/108) Rûhun gözü olan basîret, fuâd (gönül) makamında evliya için açılır. Ama zâhir ilmiyle elde edilemez, bilâkis ledünnî bâtın ilmiyle kazanılabilir. "Orada, kendisine üstün bir bağışta bulunarak (özel) bir bilgiyle donattığımız kullarımızdan birine rastladılar" (Kehf, 18/65) âyetinde belirtildiği gibi. O halde insanın görevi, lâhût âleminden haber veren velî bir mürşitten telkin almak suretiyle, bu gözü (basireti) basiret ehli olanlardan kazanmaya çalışmaktır.
O halde, ey kardeşler! Kendinize gelin ve tövbe ile Rabbinizin bağışlamasına koşun. Yola koyulun, bu rûhânî kâfıleler ile birlikte Rabbinize dönün. Yakında yol sona erer ve o âleme gidecek arkadaş bulunamaz. Bizler, bu âdî-harap dünyayı arıtmak ve pis nefsânî işlerden hoşnut olmak için gelmedik. Zira sizin için endişeli bir beklenti içinde olan Peygamberiniz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: "Üzüntü ve endişem, kıyâmete yakın zamanda yaşayacak ümmetim içindir."
Bize indirilen ilim iki çeşittir; zâhir ve bâtın. Yani şeriat ve marifet. Şeriat ile emir zâhirimize, marifet ile emir de bâtınımıza yöneliktir. Böylece ikisinin bir araya gelmesinden hakikat ilmi doğar. "O, kavuşup kanşabilmeleri için iki büyük su kütlesini serbest bırakmıştır. (Ama) aralarında aşamayacaktan bir engel var" (Rahmân, 55/19-20) âyetinde ifade edildiği gibi. Yoksa mücerret zâhir ile hakikat elde edilemez ve gayeye ulaşılamaz. Kâmil ibâdet, ikisiyle de olandır, biriyle olan değil. "Ben, cinleri ve insanları yalnızca (beni tanımaları ve) bana kulluk etmeleri için yarattım" (Zâriyât, 51/56) âyetinde belirtildiği gibi. Burada "bana kulluk etmeleri için’in anlamı, "beni tanımaları için’dir. Onu tanımayan/bilmeyen birisi, kendisine nasıl kulluk edecektir?
Marifet, ancak, tasfiye sonucunda nefis perdesinin, kalp aynasının üzerinden kaldırılmasıyla hâsıl olur. İşte o zaman, o aynada, kalbin özünün sırrında gizlenmiş hâzinenin cemâlini görür. Şu kudsî hadiste ifade edildiği gibi: "Ben, bilinmeyen gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim. Bu yüzden mahlûkâtı yarattım." Allah, insanı, kendisini tanıması/bilmesi için yarattığını açıklamıştır. O halde, insanın Rabbini tanıması (marifet) görevidir.
Marifet iki çeşittir: Allah’ın sıfatlarının marifeti ve Allah’ın zâtının marifeti. Sıfatların marifeti, dünya ve âhirette cismin hazzı olur. Zâtın marifeti ise, rûh-u kudsînin âhiretteki hazzıdır. "Onu kutsal ruh ile güçlendirdik" (Bakara, 2/87) âyetinde bildirildiği gibi. Onlar rûhu’l-kuds ile kuvvetlendirilmişlerdir. Bu iki marifet, ancak iki ilim yani zâhir ve bâtın ilimleri ile elde edilebilir. Nitekim Rasûlüllah (a.s.m..) şöyle buyurmuştur: "Asıl ilim, iki ilimdir: Biri, dilde olan ilim ki, o Allah'ın insanlar üzerindeki hüccetidir. Diğeri de, kalpte olan ilim ki, esas faydalı ilim işte budur."
İnsanın, ruhun kendisiyle bedenin kazancını -ki bu kazanç derecelerdir- tahsil etmesi için, öncelikle şeriat ilmine ihtiyacı vardır. O, daha sonra, ruhun marifet ilmindeki marifetinin kazancım elde etmesi için, bâtın ilmine ihtiyaç duyar. Bunlar, ancak, şeriat ve tarikata uymayan uygulamalann terk edilmesi ve nefsânî-rûhâni meşakkatlerin hiçbir riya-gösteriş olmaksızın sırf Allah için hoş karşılanması ile kazanılabilir. Nitekim Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: "Öyleyse, artık her kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa, sâlih amel (dürüst ve erdemli davranışlar) işlesin ve Rabbine özgü kullukta hiç kimseyi-hiçbir şeyi (O’na) ortak koşmasın" (Kehf, 18/110)
Marifet âlemi, lâhût âlemidir. Bu âlem, kendisinde rûh-u kudsinin en güzel şekilde yaratıldığı mezkur vatan-ı aslîdir. Rûh-u kudsîden maksat, kalbin özüne tevdi edilmiş olan insan-ı hakîkîdir. Onun varlığı, tövbe-telkîn ve lâ ilahe illallah cümlesine önce diliyle, sonra da kalp hayatı ile tam bir şekilde bağlanmasıyla zâhir olur. Kalp hayatından sonra da, gönül lisanına kavuşur. Mutasavvıflar buna üflü'I-meânîderler. Çünkü o, kudsi maneviyattandır. Ona tıfl (çocuk) denmesi ise şu nüktelerden dolayıdır:
1. Onun kalpten neşet etmesi, çocuğun anneden doğması gibidir. Öyle ki, kalp onu annenin çocuğu yetiştirdiği gibi yetiştirir. Böylece yavaş yavaş büyüyerek nihayet buluğ çağına ulaşır.
2. Çocuklara ilim öğretilmesi nasıl genel bir durumsa, bu çocuğa marifet ilminin öğretilmesi de aynı şekilde genel bir durumdur.
3. Çocuk günahların kirlerinden temiz olduğu gibi, bu da şirk, gaflet ve cismaniyet kirinden temizdir.
4. Ruhtaki genel durum, çocuğa ait bu saf sûrette görünmesidir. Bundan dolayı, rüyalarda, melekler gibi, genç oğlan çocukları sûretinde görünür.
5. Allah teâlâ, şu iki âyette cennet oğlanlannı tıfliyyet ile vasıflandırmıştır: "Ebedî (taze) liğe mazhar evlatlar "vildân", (hizmet için) etraflarında dolanırlar"9 (Vâkı’a, 56/17);"... Pınl-pırıl da üzerlerine döner kendilerine mahsus hizmetçiler "ğılmân", sanki sedeflerinde saklı inciler"10 (Tür, 52/24)
6. Bu isim,letâfet ve nezâfeti itibariyle ona uygun düşer.
7. Ona tıfl denilmesi, bedene taalluk itibarından ve beşer sûretini temsilinden dolayı mecaz yoluyladır. Bu yüzden tıfl adını alması, onun küçük görülmeşinden dolayı değil, güzellik ve hoşluğundan ve ilk halini dikkate almadan ötürüdür. İşte o. insan-ı hakikîdir Zira Allah teâlâ ile ünsiyeti vardır. Hâlbuki cisim ve cismânî olanın, Hz. Peygamberin (a.s.m) şu sözünden dolayı, bir kutsallığı yoktur: "Benim Allah ile birlikte olduğum öyle bir vakit vardır ki, o zamanda, ne bir mukkarreb meleğe, ne de mürsel bir peygambere yer vardır." Bu rivayette, "mürsel peygamber" ile Hz. Peygamberin beşerî, "mukarreb melek" ile de ceberût nûrundan yaratılmış olan rûhânî tarafı kastedilmiştir. Ceberût nûrundan olan melek dahi lâhût nûruna giremez. Rasûlüllah (a.s.m..) şöyle buyurmuştur: "Allah’ın öyle bir cenneti vardır ki, orada ne hür (temiz eşler), ne kusûr (saraylar), ne cinân (bahçeler), ne bal, ne de süt vardır. Bilâkis oranın nimeti, sadece Allah teâlânın vechine bakmaktır. Nitekim O şöyle buyurmuştur: "Bazı yüzler, o gün mutlaka parlayacak, Rablerine bakarken" (Kıyemet, 75/22-23) Rasûlüllah (a.s.m..) da şöyle buyurmuştur: "Rabbinizi, aynen, hilâli dolunay olduğu gecede gördüğünüz gibi göreceksiniz." Melek ve cismânî olanlar şayet bu âleme girecek olsa hemen yanarlar. Şu hadis-i kudsîde ifade edildiği gibi: "Celâlimin, vechimin sübühâtı açılmış olsaydı, basanmın uzandığı bütün her şey yanardı." Cebrâıl (a.s.m..) de şöyle demiştir: "Şayet bir parmak ucu kadar yaklaşacak olsam, yanar kül olurum."
Bu kitap, kelime-i tevhidin harflerinin ve bir günün (gündüz ve gece) saatlerinin sayısına uygun olarak, yirmi dört fasıl olarak hazırlanmıştır.
İÇİNDEKİLER
MÜELLİFİN MUKADDİMESİ 15
BİRİNCİ FASIL / İNSANIN ASİL VATANINA DÖNÜŞÜ 21
İKİNCİ FASIL / İNSANIN AŞAĞILARIN EN AŞAĞINA İNDİRİLMESİ 25
ÜÇÜNCÜ FASIL/ RUHLARIN BEDENLERDEKİ DÜKKANLARI 27
DÖRDÜNCÜ FASIL/ İLİMLERİN SAYISI 31
BEŞİNCİ FASIL/ TÖVBE VE TELKİN 35
ALTINCI FASIL / TASAVVUF EHLİ 42
YEDİNCİ FASIL / WZKAR (ZİKİRLER) 45
SEKİZİNCİ FASIL / ZİKRİN ŞARTLARI 47
DOKUZUNCU FASIL / ALLAH TEALA’NIN RÜ’YETİ 50
ONUNCU FASIL / ZULMANİ VE NURANİ PERDELER 53
ONBİRİNCİ FASIL / SAADET VE ŞAKAVET 55
ONİKİNCİ FASIL / "FUKARA"KİMLERDİR 59
ONÜÇÜNCÜ FASIL / TAHARET 63
ONDÖRDÜNCÜ FASIL / ŞERİAT VE TARİKAT NAMAZI 65
ONBEŞİNCİ FASIL / TECRİT ALEMİNDE MARİFET TAHARETİ 67
ONALTINCI FASIL / ŞERİAT VE TARİKAT ZEKATI 69
ONYEDİNCİ FASIL / ŞERİAT VE TARİKAT ORUCU 71
ONSEKİZİNCİ FASIL / ŞERİAT VE TARİKAT HACCI 73
ONDOKUZUNCU FASIL / VECD VE SAFA 76
YİRMİNCİ FASIL / HALVET VE UZLET 79
YİRMİBİRİNCİ FASIL / HALVET EFRADI 83
YİRMİİKİNCİ FASIL / UYKU VE ŞEKERLEME ESNASINDA GÖRÜLEN RÜYALAR 86
YİRMİÜÇÜNCÜ FASIL / TASAVVUF EHLİ 92
YİRMİDÖRDÜNCÜ FASIL / HATİME: SON NEFES 95
TERİMLER SÖZLÜĞÜ 97